18 Kasım 2024 Pazartesi
Muazzez İlmiye Çığ’ı sonsuzluğa yolcu ettik. Yetmiş altı yaşında başladığı ve onlarca kitap üreterek, otuz dört yıl gibi ikinci bir ömür sayılacak süre devam eden yazarlık serüveni onu unutulmazlar arasına kattı. O sonsuz yolculuğuna devam ederken yaktığı ışık da sonsuza kadar ışıyacak.
Yüz yaşını yeni aştığı bir dönemde yazdığım, ‘Hayatın İçinden Portreler’ kitabımda Hayrettin Karaca’ya yazdığım yazıyla önlü arkalı yer alan o yazıyı tekrar paylaşma zamanı.
Nu mutlu bana ki o kitabı imzalı olarak kendisine takdim etmiş, kendi hakkında yazdığım bu yazıyı okuduğuna tanık olmuştum.
Biz de okumaya başlayalım:
“Muazzez İlmiye Çığ 1914’te Bursa’da doğdu. Bursa Kız Muallim Mektebi’nden 1931 yılında mezun oldu. Mezuniyetinden sonra ilk görev yeri Eskişehir’dir. 1936 yılında Ankara’da Dil ve Tarih – Coğrafya Fakültesi’ne ilk ve son kez, başvuran öğretmenlerin kaydı yapıldı. Bu fırsattan yararlanan Muazzez İlmiye Çığda fakülteye kaydını yaptırdı. Diğer bölümler dolduğu için mecburen Hititoloji Bölümü’nde okumaya başladı. Hititoloji yanında Sümeroloji, Arkeoloji ve yabancı dil eğitimi de aldı.
Üniversiteyi 1940 yılında bitirdi ve İstanbul Arkeoloji Müzesi’ne ilk fakülte mezunu memur olarak tayini yapıldı. 33 yıl burada çalıştıktan sonra 1973 yılında bu görevinden emekli oldu.
Burada çalıştığı dönem içerisinde, çalışma arkadaşlarıyla birlikte çivi yazılı tabletler arşivini oluşturdular. Oraya buraya rastgele atılmış binlerce çivi yazılı tabletleri tek tek elden geçirdiler. 74.000 tableti arşivleyip bilim dünyasına çok önemli bir kaynak oluşturdular. Çevirdikleri tabletlerden sekiz kitabı MEB ve Tarih Kurumu bastı.
Muazzez İlmiye Çığ emekli olduktan sonra 33 yıllık çalışma yaşamında biriktirdiği bilgilerini, kendi hazırladığı arşivlerden de yararlanarak yazıya dökmeye başladı. İlk eseri bir çeviri olup Prof. Dr. Samuel N. Kramer’in “Tarih Sümerlerle Başlar” kitabıdır; tarih 1990’dır. Bu çeviri kitabı, kendi kitaplarını yazma fikrini oluşturduktan sonra başladığı yayın serüveni 16 kitaba ulaştı.
Başlıca eserleri: Kur’an İncil ve Tevrat’ın Sümer’deki Kökeni, Sümerli Ludingirra – Geçmişe Dönük Bilimkurgu, İbrahim Peygamber-Sümer Yazılarına ve Arkeolojik Buluntulara Göre, İnanna’nın Aşkı – Sümer’de İnanç ve Kutsal Evlenme, Zaman Tüneliyle Sümer’e Yolculuk, Hititler ve Hattuşa-İştar’ın Kaleminden, Gılgameş-Tarihte İlk Kral Kahraman, Ortadoğu Uygarlık Mirası 1 ve 2, Sümer Hayvan Masalları, Bereket Kültü ve Mabet Fahişeliği, Vatandaşlık Tepkilerim, Atatürk Düşünüyor isimli kitaplarıdır. Ayrıca Serhat Öztürk “Çivi Çiviyi Söker-Muazzez İlmiye Çığ Kitabı” adlı eserinde Muazzez İlmiye Çığ’ın hayatını anlattı.
Kitapları yanı sıra Sümerler ile ilgili bilimsel ve popüler yazılar da kaleme alan Çığ’ın çeşitli dergi ve gazetelerde yüzden fazla yazısı yayımlandı.
92 yaşında iken, 66 yıldır ülkesi ve insanlık için üreten bu duyarlı bilim insanımıza “Vatandaşlık Tepkilerim” isimli kitabı nedeniyle yayıncısıyla birlikte “halkı kin ve düşmanlığa tahrik” ve “aşağılama” suçundan 1 yıla kadar hapis cezası istemiyle dava açıldı. Neyse ki mahkeme kitapta böyle bir suça rastlamadı ve beraat kararı verdi.
Genç Cumhuriyet’in eğitimini alan, felsefesini benimseyen Muazzez İlmiye Çığ 100 yaşını aşan dev bir çınar olarak üretmeye, insanlığa katkıda bulunmaya devam etmekte, bizlere bir Cumhuriyet insanın nasıl olması gerektiğini canlı bir örnek olarak göstermektedir.”
Işığı yolumuzu sonsuza kadar aydınlatacaktır.
Işıklar içinde yol alsın…
Nedim İnce
Ayvalık / 17. 11. 2024
İngiliz filozof ve toplum kuramcısı Jeremy Bentham‘ın 1785 yılında tasarlamış olduğu hapishane inşa modeline verdiği, bütünü gözetlemek anlamına gelen isimdir. Tasarıma göre gözetleme kulesinden tüm mahkum hücreleri gözetlenebilecek, ancak mahkumlar gözetleyeni göremeyecekler. Mahkumlar ne zaman gözetleniyor, ne zaman gözetlenemiyor bilmediği için günün yirmi dört saatinde gözetleniyormuş gibi düşünüp davranışlarını ona göre düzenleyecek ve otoritenin beklentilerine uygun davranacaklar.
Panoptikon kavramı günümüzde, toplum biliminde önemli bir kavram olup, Bentham’ın kuramından daha geniş anlamlarda kullanılmaktadır.
Dünyanın çevresine yerleştirilen binlerce uydu, evlere kadar girmiş güvenlik kameraları, dijital teknolojinin internet üzerinden, kredi kartları, cep telefonları ve bilgisayarlarla her anımızın takip edilmesini sağlamaktadır.
Bentham’ın hayal bile edemeyeceği bir bütüncül gözlem dünya üzerinde kurulmuş durumda. Bu atmosfer insanların davranışlarını büyük oranda otoritenin beklentilerine uygun hale getirmekte ve uymayanların da kısa zamanda yakalanıp hizaya getirilmelerini yol açmaktadır. Bentham’ın düşündüğü büyük oranda gerçekleşmiş oluyor ama hesaba katılmayan bir şey daha devreye girebiliyor: Tarihte ve günümüzde sıkça gördüğümüz gibi her otoritenin istediği, insan, toplum ve tabiat için iyi şeyler olmayabiliyor.
Panoptikon sadece otoritenin isteği ve dayatmasıyla olsaydı bu kadar yaygın ve başarılı olmayabilirdi. İnsanların çeşitli nedenlerle kendini gözetletmekte gönüllü olmaları bunu kolaylaştırdığı gerçeği önümüzde durmaktadır.
Yaygın sosyal medya uygulamalarına üye olan milyarlarca insanların herkese açık görsel ve yazınsal paylaşımlarına baktığımızda ne demek istendiği yeterince anlaşılacaktır.
Eskilerde kalan ama çarpıcılığını hala yitirmeyen bir televizyon programı da gönüllülüğe iyi örneklerden biridir: ‘Biri Bizi Gözetliyor’.
Bir eve toplanan insanların 24 saatlik yaşantısı televizyon izleyicilerinin önüne sürüldüğü ve seyircinin oyları ile gün be gün azaltılıp sonunda kalanlara çeşitli ödüller verildiği program.
Bu olayda iki taraftan söz etmek mümkündür. Bir yanda kendi yaşamını gözler önüne seren, kendini ‘röntgenleten’ gönüllüler varken diğer yanda bunları büyük bir hevesle ‘röntgenleyen’ meraklı izleyiciler…
Diğer yandan ‘güvenlik’ kameraları ile yaşamın her alanı ve anı yirmi dört saat ‘röntgenleniyor’ ve kayıt altına alınıyorsa bunda insanın gönüllüğü önemli rol oynadığı yadsınamaz.
‘Güvenlik’ bir bahane gibi görünse de ondan öte şeyler de olsa gerek…
Mesela kendini ve etrafını kontrol etme ihtiyacı bunlardan biri olabilir…
Sosyal medya kullanımı ve kendini gönüllü gözetletmede de insanın kendini başkasında tanıması yanı sıra sosyal onay gereksinimi rol oynayabilir.
Ve işin trajik yanı, bu insani ihtiyaçları keşfeden her türlü otorite, gönüllü kontrolün ve onun kolaylaştırdığı biatın yollarını bulmuş oluyor…
Ve de böylece, Orwell’in 1984’ü, insanların bu gönüllü desteği ile kehanet olmaktan hızla uzaklaşıyor.
Nedim İnce
Ayvalık / 08. 11. 2024
İnsanlar yüz binlerce yıldır yeryüzünde yaşamaktadır. İnsan evriminin başlangıcından bu yana, bir yandan insan nesli gelişirken diğer yandan bilgi, teknoloji ilerleme göstermiş; sosyoekonomik yapı buna göre oluşmuş ve sonucunda dünya nüfusumuz sekiz milyar iki yüz milyonu bulmuştur.
Yüz binlerce yıl içinde çeşitli mucizelerle yaratan, birkaç kez tamamen yok olmaktan kurtulan ve sonunda sekiz milyar iki yüz milyon sayısına ulaşan insan, en büyük mucizesini son yıllarda oluşturmuştur: 6.800.000.000; yazı ile altı milyar sekiz yüz milyon cep telefonu kullanıcısı…
Mobil telefon konusunda ilk çalışmalar 1918 yıllarında Almanya’da yapılmış, ancak başarılı olamamıştır.
ABD’de Martin Cooper 1973 yılında cep telefonu icad ederek tarihe geçti. 850 gr, 25x8x4 cm boyutlarındaki telefon gün be gün geliştirilerek günümüzdeki hale getirildi.
Cep telefonun şebekesinin oluşturulup yaygın kullanılması ilk olarak 1991 yılında Finlandiya’da gerçekleştirildi. Yüz binlerce yılda ancak sekiz milyara ulaşan insan kişi, cep telefonu aboneliğinde otuz üç senede altı milyar sekiz yüz milyonla yedi milyara yaklaşmış, dünya nüfusunun %83’ nü bulmuştur.
Cep telefonu kullanıcı sayısı artarken, fiziksel yapısı, fonksiyonları da hızla geliştirildi. Konuşmak için icad edilen cep telefonunda artan ve gelişen fonksiyonlar sonucunda artık konuşmak neredeyse tali bir işlev haline gelmiş bulunmaktadır.
Cep telefonu, gelişen teknolojisi ve ona paralel gelişen internet teknolojisi ve yaygınlığıyla hızla bütünleşmeye başlayarak başka bir şey olmaya başladı; ne olduğuna gelişimin hızından fırsat bulunup henüz net bir ad verilemedi.
Mobil ağların ulaşamadığı neredeyse toprak parçası kalmazken, cep telefonuyla, geliştirilen ve hızla artan uygulamalar sayesinde neredeyse yapılamayacak işlem kalmadı.
Cep telefonu ve internetin birleştiği yeni teknoloji, yaşamın her alanını; iletişim, sosyal, ekonomik, siyasal ve akla gelebilecek her alanını akıllara ziyan bir şekilde etkilemektedir. Bizler ise bize sunulan bir olanakları başımız dönerek ve ne olduğunu anlamaya fırsat bulamayarak doludizgin kullanmaktayız.
Bu gelişmeler insanı, insan ilişkilerini, toplumsal ve ekonomik yapıyı, siyaseti, çevreyi, diğer canlıları; kısaca tüm dünyayı nasıl etkilediğiyle ilgili bazı bilgilere sahip olmaya başlasak da nereye evrileceğine dair henüz yeterince öngörüde bulunamıyoruz. Sanırım bir süre geçtikten ve bilgi biriktikten sonra bilim görev başı yapıp ilk sonuçlarını bizlerle paylaşacaktır.
Örneğin çok merak edilen ve henüz net yanıt verilemeyen sorulardan biri cep telefonlarının yaydığı yüksek elektromanyetik dalgaların insan sağlığını nasıl etkilediğidir. Bazı çalışmalar beyin tümörü riskini arttırdığını gösterirken diğer bazı çalışmalarda bu kanıtlanamamıştır. Bu belirsizlikte kullanımının, özellikle yaygın kullanımının yeni olmasının payı olduğu ileri sürülmektedir.
Sağlık uzmanları bu konuda duydukları endişeyi dile getirmekteler. Bu nedenle kesin bilgiler elde edilene kadar cep telefonu kullanımında bazı koruyucu önlemlerin alınmasını önermektedirler. Bunda da çıkış noktası elektromanyetik radyasyonun biyolojik sistemler üzerine bilinen etkileri ve olası potansiyel sağlık etkileridir. Bu bilgiler ışığında ‘Koruyucu Önlemler’ ilkesi devreye sokulmaktadır. Bu ilke çerçevesinde insan ve toplum sağlığına olumsuz riskler ortaya çıktığında, bu risklerin ciddiyeti ile ilgili bilgilerin kesinleşmesini beklemeden koruyucu önlemlerin alınması gerekmektedir:
Bireysel cep telefonumu kullanımında olası zararlarından korunmak için önerilen önlemlerin başlıcaları:
1-Gereksiz ve uzun konuşmalardan kaçınılması,
2-Özellikle çocukların cep telefonu kullanımın kısıtlanması,
3-Kulaklık kullanılması,
4-Numarayı çevirince değil karşı taraf açınca kulağa götürülmesi,
5-Yanıt vermeyen numaralarda ısrar edilmemesi,
6-Araç kullanırken cep telefonu ile konuşulmaması,
7-Kullanılmadığı durumlarda uzakta tutulmasıdır.
Toplumun yaygın olarak bildiği bu önlemleri, önemi gereği sık sık anımsatmak, gerek bireysel, gerek kurumsal, gerekse toplumsal bir görev olarak düşünülebilir.
Cep telefonu kullanımının başta bireysel sağlık olmak üzere her alandaki etkileriyle ilgileri bilgilerimiz arttıkça yapılacak daha çok şey gündeme gelecek gibi duruyor.
Nedim İnce
01.11. 2024 / Hasanbey
Acı üzerine acı yaşanan ülkemiz, bölgemiz ve dünyamızda, ne yazık ki insana acıyı yaşatan, yine insan, insanda ne tat kalıyor, ne de neşe ne de bende yazma isteği.
Bu hafta yeni bir şey yazmak gelmiyor içimden.
Böyle anlarda çoğunlukla sanata sığınırım.
Bu hafta da daha önce an ve sanat ilişkisi üzerine yazdığım bir yazıma sığınacağım.
“An’lar hayatın akışının temelini oluşturur. Böyle olunca hayatın içinden çıkan sanatın, edebiyatın ‘an’a ilgisiz kalması tabii ki mümkün olamaz.
‘An’ sanatın, edebiyatın önemli bir malzemesi, esin perisi görevini seve seve üstlenir. Romanlarda bir bilinçten bir bilince, bir mekandan bir mekana, bir zamandan bir zamana, bir duygundan bir duyguya sıçramaların kusursuz tahtasıyken, durum öykülerinde ise öykünün kendisidir.
Tam da burada Goethe’nin Faust’undaki ünlü cümle kendini anımsatır: “An, çok güzelsin gitme dur.”
Faust, Mephisto ile bir anlaşma yapmıştır ruhunu satmak için. Mephisto onun her isteğini yerine getirecektir. Sonunda Faust yerine getirilen arzularından birinde anın donmasını isteyecektir. İşte o zaman ruhunu Mephisto’ya verecektir. Yani bir an’da, geçmesini istemeyeceği, bütün yaşamından daha önemli bir an’da…
Mark Twain da; “Hayat öyle kısa ki; Tartışmalara, özür dilemelere kıskançlıklara, hesap sormalara zaman yok. Sadece sevmek için ‘bir an’ var.” derken sanırım bundan söz ediyor.
Çehov nerdeyse bütün öykülerini bir an’ın üzerine kurar. Hatta tiyatro oyunlarında da aslolan olay değil an’dır.
‘Yüzyıllık Yalnızlık’ romanına Gabriel Garcia Marquez, bir ‘an’ ile başlar ve onu sıçrama tahtası olarak kullanıp romanın içine atlar. Kahramanımız Albay Aureliano Buendia idam mangasının önündedir, o sırada aklından babasının ona ilk buzu gösterdiği ve ona dokunduğu an geçer; yaşadığı an geçmiş bir ‘an’ı davet etmiştir ve yazar bu ikisinin enerjisinden yararlanmasını bilmiştir. Romanda bir hayli yolculuk yaptıktan sonra öğreniriz kahramanımızı, ağabeyi José Arcadio Buendia’nın kurtardığını ve bu sayede romanın devam ettiğini…
Terry Eagleton, ‘Azizler ve Alimler’ romanında yine bir ‘an’ı kullanır. Kitabın kahramanlarından İrlanda Cumhuriyet Ordusu lideri James Connolly idam mangası önünde kurşuna dizilirken kurşunları havada tuttuğu andır romanın devam etmesini sağlayan ‘an’. Romanın ana kahramanlarından biri olan Connolly bu sayede yaşamını sürdürür ve roman bizi ardından sürükleyerek devam eder. Bu sayede yazarın Connolly ile Ludwig Wittgenstein, Mihail Bahtin ve Leopold Bloom arasındaki devrimden felsefeye, hayattan boş vermişliğe dair tartışmalarını okuyabiliriz.
Şiir bundan azade edemez kendini. Yaşayan şairlerin büyük üstadlarından Özdemir İnce “Şiir ve Gerçeklik” kitabında “Şiir üç zamanlıdır; dün bugün yarın” tespitiyle işaret ettiği gerçeği; “Şiir, şimdinin zenginliğidir. Şimdi dünü bugünü yarını kapsayan bir şimdidir.” diyerek pekiştirir.
Fotoğraf sanatı, ‘an’ı sonsuza kadar dondurur, o ‘an’a sonsuza kadar yorum yapabilme imkanı tanıyarak…
Resimde sadece an vardır.
Heykel ‘an’dan başka bir şey değildir.
Sinema ‘an’ın sağladığı imkanı en keyifle kullanan sanat dalıdır diyebiliriz. Montajın verdiği olanağı ‘an’larda ileri veya geri sıçramalar yaparak ustaca kullanır. Biz filmi izlerken o ‘an’ı geçmiş ya da gelecekle birlikte yaşarız. O ‘an’ı olduğundan çok geniş duyumsarız.
Ridley Scott’un yönettiği ‘Gladyatör’ filminde beni çok etkileyen bir an vardır örneğin. Russel Crowe, Maksimus adıyla Roma’nın çok başarılı bir generalini oynamaktadır. İmparator yaşlanmış ve ölüme yaklaşmıştır. İmparatorluğu, dengesiz oğlu yerine (Joaquin Phoenix’in oynadığı Commodus) Maximus’a bırakmayı düşünmektedir. Bunu öğrenen Commodus babasını öldürür, suçu Maksimus üzerine yıkarak onun ve İspanya’da bir çiftlikte Maksimus’un eve dönmesini bekleyen karısı ve de oğlunun öldürülmesini emreder. Maksimus kurtulur ama ailesi o kadar şanslı değildir. Filmin final sahnesinde Maksimus, Roma İmparatoru olmuş olan Commodus’la yaptığı ölümüne kavgada rakibini öldürür, kendi de ölümcül yara alır, ölürken bedeni yavaşça havalanır; önceden öldürülmüş olan karısı ve oğlunun onu evinde beklediğini görürüz ardından da onun buğday tarlasından başakları elleriyle okşayarak evine döndüğünü…
Kendisinin bir toprak adamı olduğunu bir kez daha anlarız ve topraktan gelip toprağa gittiğimizi…
Bir diğer unutulmaz sahne ise Casablanca filmindendir. Yönetmen Michael Curtiz’in yönettiği 1942 yapımı bu filmin baş rollerinde Humphrey Bogart ve Ingrid Bergman oynamaktadır. Filmde Lisa rolünü oynayan Ingrid Bergman, Rick rolündeki Humphrey Bogart’ın unutamadığı eski sevgilisidir. Lisa Nazilere direnen bir örgütün lideriyle evlenmiştir. Lider deşifre olmuş ve canlarını kurtarmak için Casablanca’ya kaçmışlardır. Kentin en önemli barının sahibi Rick’tir ve onları Portekiz’e ancak o kaçırabilir. Eski aşk belki de eskimeyen aşk yeniden alevlenmiştir. Lisa barda çalan piyaniste o meşhur sözünü eder o sahnede “Bir daha çal, Sam. Eski günlerin hatırı için… Onu çal Sam. Hadi… ‘As time goes by’ı çal” hüzün vardır, kıstırılmışlığın çaresizliği vardır ve bir de geçmişe dönme özlemi, isteği vardır…
An duygudur…
Duygular da sanat ve edebiyat…”
Sanat iyi bir sığınaktır…
Nedim İnce
İzmir/ 27. 10. 2024
Acı üzerine acı yaşanan ülkemiz, bölgemiz ve dünyamızda, ne yazık ki insana acıyı yaşatan, yine insan, insanda ne tat kalıyor, ne de neşe ne de bende yazma isteği.
Bu hafta yeni bir şey yazmak gelmiyor içimden.
Böyle anlarda çoğunlukla sanata sığınırım.
Bu hafta da daha önce an ve sanat ilişkisi üzerine yazdığım bir yazıma sığınacağım.
“An’lar hayatın akışının temelini oluşturur. Böyle olunca hayatın içinden çıkan sanatın, edebiyatın ‘an’a ilgisiz kalması tabii ki mümkün olamaz.
‘An’ sanatın, edebiyatın önemli bir malzemesi, esin perisi görevini seve seve üstlenir. Romanlarda bir bilinçten bir bilince, bir mekandan bir mekana, bir zamandan bir zamana, bir duygundan bir duyguya sıçramaların kusursuz tahtasıyken, durum öykülerinde ise öykünün kendisidir.
Tam da burada Goethe’nin Faust’undaki ünlü cümle kendini anımsatır: “An, çok güzelsin gitme dur.”
Faust, Mephisto ile bir anlaşma yapmıştır ruhunu satmak için. Mephisto onun her isteğini yerine getirecektir. Sonunda Faust yerine getirilen arzularından birinde anın donmasını isteyecektir. İşte o zaman ruhunu Mephisto’ya verecektir. Yani bir an’da, geçmesini istemeyeceği, bütün yaşamından daha önemli bir an’da…
Mark Twain da; “Hayat öyle kısa ki; Tartışmalara, özür dilemelere kıskançlıklara, hesap sormalara zaman yok. Sadece sevmek için ‘bir an’ var.” derken sanırım bundan söz ediyor.
Çehov nerdeyse bütün öykülerini bir an’ın üzerine kurar. Hatta tiyatro oyunlarında da aslolan olay değil an’dır.
‘Yüzyıllık Yalnızlık’ romanına Gabriel Garcia Marquez, bir ‘an’ ile başlar ve onu sıçrama tahtası olarak kullanıp romanın içine atlar. Kahramanımız Albay Aureliano Buendia idam mangasının önündedir, o sırada aklından babasının ona ilk buzu gösterdiği ve ona dokunduğu an geçer; yaşadığı an geçmiş bir ‘an’ı davet etmiştir ve yazar bu ikisinin enerjisinden yararlanmasını bilmiştir. Romanda bir hayli yolculuk yaptıktan sonra öğreniriz kahramanımızı, ağabeyi José Arcadio Buendia’nın kurtardığını ve bu sayede romanın devam ettiğini…
Terry Eagleton, ‘Azizler ve Alimler’ romanında yine bir ‘an’ı kullanır. Kitabın kahramanlarından İrlanda Cumhuriyet Ordusu lideri James Connolly idam mangası önünde kurşuna dizilirken kurşunları havada tuttuğu andır romanın devam etmesini sağlayan ‘an’. Romanın ana kahramanlarından biri olan Connolly bu sayede yaşamını sürdürür ve roman bizi ardından sürükleyerek devam eder. Bu sayede yazarın Connolly ile Ludwig Wittgenstein, Mihail Bahtin ve Leopold Bloom arasındaki devrimden felsefeye, hayattan boş vermişliğe dair tartışmalarını okuyabiliriz.
Şiir bundan azade edemez kendini. Yaşayan şairlerin büyük üstadlarından Özdemir İnce “Şiir ve Gerçeklik” kitabında “Şiir üç zamanlıdır; dün bugün yarın” tespitiyle işaret ettiği gerçeği; “Şiir, şimdinin zenginliğidir. Şimdi dünü bugünü yarını kapsayan bir şimdidir.” diyerek pekiştirir.
Fotoğraf sanatı, ‘an’ı sonsuza kadar dondurur, o ‘an’a sonsuza kadar yorum yapabilme imkanı tanıyarak…
Resimde sadece an vardır.
Heykel ‘an’dan başka bir şey değildir.
Sinema ‘an’ın sağladığı imkanı en keyifle kullanan sanat dalıdır diyebiliriz. Montajın verdiği olanağı ‘an’larda ileri veya geri sıçramalar yaparak ustaca kullanır. Biz filmi izlerken o ‘an’ı geçmiş ya da gelecekle birlikte yaşarız. O ‘an’ı olduğundan çok geniş duyumsarız.
Ridley Scott’un yönettiği ‘Gladyatör’ filminde beni çok etkileyen bir an vardır örneğin. Russel Crowe, Maksimus adıyla Roma’nın çok başarılı bir generalini oynamaktadır. İmparator yaşlanmış ve ölüme yaklaşmıştır. İmparatorluğu, dengesiz oğlu yerine (Joaquin Phoenix’in oynadığı Commodus) Maximus’a bırakmayı düşünmektedir. Bunu öğrenen Commodus babasını öldürür, suçu Maksimus üzerine yıkarak onun ve İspanya’da bir çiftlikte Maksimus’un eve dönmesini bekleyen karısı ve de oğlunun öldürülmesini emreder. Maksimus kurtulur ama ailesi o kadar şanslı değildir. Filmin final sahnesinde Maksimus, Roma İmparatoru olmuş olan Commodus’la yaptığı ölümüne kavgada rakibini öldürür, kendi de ölümcül yara alır, ölürken bedeni yavaşça havalanır; önceden öldürülmüş olan karısı ve oğlunun onu evinde beklediğini görürüz ardından da onun buğday tarlasından başakları elleriyle okşayarak evine döndüğünü…
Kendisinin bir toprak adamı olduğunu bir kez daha anlarız ve topraktan gelip toprağa gittiğimizi…
Bir diğer unutulmaz sahne ise Casablanca filmindendir. Yönetmen Michael Curtiz’in yönettiği 1942 yapımı bu filmin baş rollerinde Humphrey Bogart ve Ingrid Bergman oynamaktadır. Filmde Lisa rolünü oynayan Ingrid Bergman, Rick rolündeki Humphrey Bogart’ın unutamadığı eski sevgilisidir. Lisa Nazilere direnen bir örgütün lideriyle evlenmiştir. Lider deşifre olmuş ve canlarını kurtarmak için Casablanca’ya kaçmışlardır. Kentin en önemli barının sahibi Rick’tir ve onları Portekiz’e ancak o kaçırabilir. Eski aşk belki de eskimeyen aşk yeniden alevlenmiştir. Lisa barda çalan piyaniste o meşhur sözünü eder o sahnede “Bir daha çal, Sam. Eski günlerin hatırı için… Onu çal Sam. Hadi… ‘As time goes by’ı çal” hüzün vardır, kıstırılmışlığın çaresizliği vardır ve bir de geçmişe dönme özlemi, isteği vardır…
An duygudur…
Duygular da sanat ve edebiyat…”
Sanat iyi bir sığınaktır…
Nedim İnce
İzmir/ 27. 10. 2024
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.